25 Feb

Gerek kültür ve medeniyet tarihindeki sosyolojik seyri gerekse de mana âlemine/hakikate olan irtibatı hesaba katıldığında tasavvuf, hem İslâm dünyası için hem de Türk milleti için tartışılmaz bir öneme sahiptir. Tasavvuf, her ne kadar rasyonalist çevreler tarafından “müspet ilim ve fen” sloganı ile saldırıya maruz kalsa da zor zamanlarda toplumdaki birliğin ve moral duygusunun en önemli kaynaklarından biridir. Tasavvuf konusunda yazılmış klasik eserlerin dini naslar haricinde içtimai/psikolojik yönden yeterli ölçüde izah bulundurmaması, mevcut sorunlara mukabil çözüm üretme aşamasının çoğu zaman başarısızlıkla neticelenmesine sebep olmaktadır. Bunun yanında akait bilgisi zayıf olan bazı kelamcıların ve felsefecilerin tasavvuf hakkındaki hatalı düşünceleri de meseleyle ilgili karışıklığı artırmaktadır.

Cumhuriyet tarihinin yetiştirdiği mümtaz mütefekkirlerinden biri olan merhum Prof. Dr. Erol Güngör, ilk baskısı 1982 yılında yapılan “İslâm Tasavvufunun Meseleleri” adlı eserini, - takdim kısmında zikrettiği üzere -  “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” isimli kitapta bulunmayan tasavvuf mevzusunu müstakil bir şekilde ele alıp sosyal ilimci gözüyle değerlendirmek maksadıyla hazırlamıştır. Yazar bir sosyolog olması münasebetiyle tasavvuf kavramının menşeini, İslâm toplumu içerisindeki işlevini ve mistik yaşamın mahiyetini sorgulamış kelam ve akaide dair hükmünü ise ehline bırakmıştır.

Eser; takdim, önsöz ve giriş kısımları ile beraber on iki başlıktan müteşekkildir. Ayrıca ekler bölümünde Eflatun, Plotinus, Gazali gibi önemli düşünürlerin kitaplarından alıntılar mevcuttur. Yazar, giriş kısmında tasavvuf ile mistisizm arasındaki münasebete kısaca değindikten sonra Doğu ve Batı’daki mistik kültürlerin(Hinduizm, Budizm, İran, Eski Yunan, Hristiyan) tarihi gelişimini ve bu kültürlerin ruhun mahiyeti, insan yaşamının gayesi, Tanrı-Evren arasındaki ilişki, eşyanın/maddenin hakikati gibi konulara nasıl yaklaştığını açıklamıştır. Bunlar vazıh olduktan sonra tasavvuf – yazarın ifadesiyle İslâm mistisizmi -  ile olan bağlantıları sorgulanmıştır. Bu araştırmanın ilk olarak oryantalistler tarafından yapılması da dikkat çekici bir durumdur. Özellikle Plotinus vasıtasıyla Yeni-Eflatuncu felsefenin Fârâbi, İbni Sina, İmam Gazali, Muhyiddin İbni Arabi üzerinde etkisinin görüldüğünü ifade eden Güngör, yine de bu benzerliklerin ehl-i sünnet akidesiyle, yani İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye ile çatışmadığının ve buna göre düzenlendiğinin altını çizer. 

Kitabın ilerleyen bölümlerinde tasavvufun cemiyet nezdindeki tarihi gelişimi okuyucuya aktarılmıştır. Hicretin ilk üç yüzyılındaki sûfilerin tasavvufu doktriner/kaideler sistemi olmak dışında bir züht ve takva hayatı olarak telakki ettiğini ifade eden yazar, bu durumun İslâm fakihleri ile zahiri-batini ilim ayrımına yol açtığını ve özellikle Hasan Basri ve Harîs Muhasibî ile beraber tasavvufun doktriner bir yapı kazanmaya başladığını söyler. Daha sonraki dönemlerde ise Bâyezid-i Bestamî, Cüneyd-i Bağdadi ile beraber panteizm görüşünün izleri görülür. Tasavvufun Kur’an ve Sünnet çerçevesinde olduğunu izah eden eserler Tırmizî ve Serrâc ile önem kazanmıştır fakat Sünni Müslümanlık ile tasavvuf anlayışı arasındaki rabıtayı sağlayan çalışmanın en değerlisi İmam Gazali’ye aittir. Gazali’ye bu hususiyeti kazandıran şey, şeriat ile tarikatı veya Sünnilik ile tasavvufu yakınlaştırmaktan ziyade bu iki kavramın aslında bir olduğunu göstermeye gayret etmesidir. İlerleyen yüzyılda tasavvufa metafizik bir muhteva kazandıran ve bu açıdan Gazali’nin zıt kutbunu temsil eden Muhyiddin İbni Arabi, vahdet-i vücut ve insan-ı kâmil görüşlerinde Plotinus’un Yeni Eflatunculuk akımından etkilenmiştir. Arabi, bu fikirlerini şeriat dairesinde tutabilmek için oldukça alegorik(simgesel) bir dil kullanmış, bu sebeple çok dar bir kesim tarafından anlaşılabilmiştir.

Tasavvufun tarikatlara dönüşmesi ve bunun sonucunda sosyal bir yapı kazanması “Manevi İktidar ve Maddi Teşkilâtlar” başlığı altında incelenmiştir. Bu bölümde şeriat-tarikat-hakikat çizgisindeki ilişki, tarikatın gayesi ve mahiyeti, kutup-şeyh-mürit bağlantısı, tarikatların İslâm cemaati içindeki işlevi, evliyanın kerameti gibi konular teemmül edilmiş, Hristiyan mistisizmi ile tefrik noktaları okuyucuya sunulmuştur. Bununla birlikte ulema-şeyh arasındaki anlaşmazlığın sebepleri de tarihi seyri içerisinde değerlendirilen konular arasındadır.

Tasavvuf kavramının genel yapısı oluşturulduktan sonra tasavvuftaki bilgi ve vecdin mahiyeti ile ilgili mevzular felsefî olarak “Bilgi Meselesi” ve “Vecdin Psikolojisi” kısımlarında ele alınmıştır. Umumi olarak mistisizmin, hususi olarak da tasavvufun bilgi, sezgi ve vecd kavramına nasıl baktığı bu bölümün esas konusudur. Duyular yoluyla elde edilen verileri kullanarak bilgiye ulaşan ilmin/aklın yalnızca nesnelerin görünen(zahiri) kısmıyla ilgilenebileceğini bu yüzden eşyanın hakikatinin akıldan öte bir sezgi/ilham yoluyla kavranabileceği fikrinin sûfi gelenekte yaygın bir görüş olduğu ifade edilmiştir. Bu görüşün en önemli dayanağı olarak ruh-beden ayrımı gösterilmiştir. Bilgi teorisiyle beraber ide anlayışı konusunda Kant, Pitagoras, Eflatun ve Plotinus(Aristo) gibi Batılı filozoflarının düşüncelerine yer verildikten sonra Kuşeyri, İbni Haldun ve İmam Gazali’nin idrak, marifet, mistik rabıta ve sezgi vasıtasıyla elde edilen bilgi hakkındaki fikirleri okuyucuya sunulmuştur. Bunlara ilave olarak marifet ve vecd arasındaki irtibat açıklanmıştır. Özellikle İbni Haldun, İbni Sina, Gazali ve Hucviri’nin tevhit, mistik tecrübe ve vecdin mahiyetine dair ifadeleri İslâm tarihinde önemli bir yere sahiptir.  Sonuç kısmında ise İslâmiyet’teki vecd psikolojisinin Hristiyanlık’taki vecd halinden ve bazı fizyolojik rahatsızlıklardan(sara, halüsinasyon, histeri, hipnoz, psiko-nörotik vb.) oldukça farklı bir karakter taşıdığını ifade eden Güngör, kendi fikirlerini Sehl Tüsterî’nin “Kur’an ve hadisle teyit edilmeyen her türlü vecd halinin şeytani olduğu” (s. 164)iddiasıyla destekleyerek bölümü noktalamıştır.

“Tarihi – Sosyolojik Manzara” isimli kısımda ise tasavvuf kavramı geniş bir bakış açısıyla ele alınmış, sosyal olayların tarihi seyrine nasıl aksettiği sualine yanıt aranmıştır. Mutasavvıfların, bu dünyanın geçici olmasının idrakiyle ruh âlemine yönelip hakikati bulma arzusu taşıdıkları ifade edilmiştir. Mistisizm hareketinin bu görüş çerçevesinde tarihi şartlarıyla beraber ortaya çıkışı öncelikle klasik felsefede incelenmiştir. Pitagoras, Orfeus, Eflatun, Plotinus(Aristo) gibi Eskiçağ düşünürlerinin, Yunan-Roma dünyasındaki karışıklıklar zamanında insanlar üzerinde derin etkiler bıraktığı açıklanmıştır. Buna mukabil İslâm mistisizminin ilk devirlerinde(9.yy) züht hayatının ön planda olduğu ve Hasan Basri Hazretleri gibi büyük mutasavvıfların Emevî saltanatının artan fetihlerin getirdiği zenginliğin neticesinde idarecilerde görülen sefahate karşı sürekli telkinde bulunduğu ifade edilmiştir. Abbasiler ile birlikte değişen sosyal ve iktisadi yapı sûfi kesimleri de huzursuz etmiş, bilhassa Halife El-Memun’un hilafetiyle rasyonalist mutezile ve Şia görüşünün destek kazanması Sünni-Şia mücadelesinin başlamasına neden olmuştur. Tasavvufun, Türk-İslâm tarihinde çok kıymetli bir işleve sahip olduğunu ifade eden Güngör, İslâm coğrafyasının genişlemesiyle beraber geniş kitlelerin Müslüman olmalarındaki en büyük amilin tasavvuf olduğunu söyler(s. 180). Özellikle Gazali’nin önemli çabası sonucu ulemanın gözünde de resmi bir hüviyet kazanan tasavvuf, halk nezdinde muteber bir alan haline gelmiş ve bu yüzden bir nevi halk dini olarak adlandırılmıştır. Burada ifade edilmesi gereken iki nokta vardır. İlki, medresenin kurulduğu yerlerde mistik anlayış içindeki bidat unsurlar temizlenmiş ve Sünni bir yapı kazanmıştır.  Anadolu Türk Devleti güçlendikten sonra şehirlerdeki yapı bu durum için bir misal teşkil eder. İkincisi ise tasavvufun geniş halk kitlelerine hitap eden bir hal kazanmasıyla beraber Şiiliğin nüfuzunun kırılmasıdır. Bu sebeple 11.yüzyıldan itibaren İranlılar, medresenin ulaşamadığı ücra bölgelerdeki Türkmenleri Şii propagandasıyla Türk Devleti’ne karşı kışkırtmış ve daima anarşi ve terör ortamı yaratmak istemişlerdir. Sûfilik müessesesinin siyasi-iktisadi bozulmanın bir sonucu olma tezinden ziyade bu bozulmaya karşı bir tepki ve reaksiyon olduğunun şiddetle altını çizen yazar, bunun hakkında konuşmanın abesle iştigal olduğunu beyan ettikten sonra toplum maslahatı yönünden tartışılabileceği söylemektedir(s. 190). Son olarak sûfileri sosyal ilimci gözüyle değerlendiren Erol Güngör, onların, insanın manevi yönden tekâmülüne ve kâmil mümin olma noktasında insanlara öğretmenlik yaptığını ifade etmekle beraber tasavvufun İslâm kültürüne yaptığı en büyük olumsuzluk olarak da toplumdaki en parlak zekâları ve en kaliteli dimağları kültür hayatından(şiir ve musiki hariç) soyutlaması olarak görür.

Kitabın son kısmı “Günümüz ve Tasavvuf” başlığını taşımaktadır. Bu bölümü okurken unutulmaması gereken şey, incelenen konu dâhilindeki görüşlerin – bazı benzerlikler göstermekle beraber-günümüzden yaklaşık kırk yıl önce ifade edilmiş olmasıdır. Yazar, insanların bir dine ve tasavvufa olan temayülünden kısaca bahsettikten sonra Avrupa’daki rasyonalizmin doğuşunu ve bunun Türk toplumuna yansımasını incelemiştir. İkinci Meşrutiyet ile beraber ilkel düzeydeki “müspet ilim” sloganının batıdaki rasyonalizmin aksine bilgi sorunu olmaktan çıkıp bir hayat görüşü kazandığı ve bunun nihayetinde manevi hayata darbe vurup ruhları kirlettiği, ahlaki bozulmaya yol açtığı belirtilmiştir. Rasyonalizmin en kötü yanının ise insanlardaki iman ve aşk duygusunu köreltmek olduğunu söyleyen Güngör, şu ifadeleriyle meseleye açıklık getirmektedir:

“…Sokaktaki insan münasebetlerinden ailelerin içine kadar müspet ilmin girmediği yer kalmadı ve girdiği her yerden aşkı ve imanı çıkardı… Türkiye’de ilmin yeni bir hayat için değerler yaratması istendi. İlim değer yaratamazdı, ama müspet ilim ideolojisinden bazı değerler çıkarılabilirdi. Bu değerlerin ilkel bir materyalizm etrafında şekillenmesi ise kaçınılmazdı, nitekim öyle oldu… Türkiye’de ahlâkın sosyal bir sistem olduğu neredeyse unutuldu çünkü müspet ilim veya rasyonel düşünce bizim bir cemaat olarak yaşamamıza yarayacak hiçbir şey getirmiş değildi.” (s. 212-213)

Son olarak tarikatların ferdî terbiye noktasında çok kıymetli ve elzem bir kurum olduğunu ifade eden Güngör, İslamiyet için asıl önemli meselenin cemiyetin tüm üyelerine içtimai terbiyeyi kazandırmak olduğunu söyler ve bu noktada genç kitlelerin sahip olduğu potansiyel enerjinin tasavvuftan ziyade içtihada yönlendirilmesi gerektiğini beyan buyurur. Bu işi ise ihtisas sahiplerine tevdi etmiştir.


Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.
BU SİTE İLE KURULMUŞTUR