26 Aug

Belki ilkokul sıralarından beri adını duyduğumuz, Çanakkale Muharebeleri diyerek tarihe sığdırmaya çalıştığımız, birçoğumuzun ziyaret ettiği, “Çanakkale Geçilmez!” narasıyla hafızamıza kazınmış, 9.737 km2lik yüz ölçüme sahip bir şehir: Çanakkale. Coğrafyası küçük ama tarihi büyük, acısı taze, yarası derin, İstiklâl şairimizin deyimiyle “Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer” ikliminin yaşandığı, her karışına şanlı bayrağımıza rengini veren şehit kanlarının damladığı bir toprak… Olayın maddî yönüne eğildiğimiz için mi yoksa kayıplarımızı sadece rakamlarla, istatistiksel verilerle ele aldığımız için mi bilmiyorum ama bu acı hadiselerin ruhunu ne yazık ki gençlerimize aktaramamanın, Çanakkale’den çıkarılacak derslerin bilinciyle hareket edecek, çalışacak, üretecek bir nesil yetiştiremememizin ızdırabını taşıyorum. Merhum Turgut Özal başkanlığındaki Türk heyeti ile Japon heyeti arasında eğitim sisteminin değerlendirildiği bir görüşmede, Türk tarafından bir bürokratın Hiroşima felaketi hakkındaki yorumuna karşılık Japon bürokratın verdiği cevap kulağa küpe olacak mahiyettedir: “Sizin Çanakkale’niz on tane Hiroşima eder.” İşte bu kitap 1915 yılında destansı mücadelemizle geçilemeyen Çanakkale’nin 1918 yılında nasıl geçildiğini ve Siyonistlerin hedeflerine ulaşmak için yaptığı planlar neticesinde 1917 yılında Kudüs’ü ve ardından Osmanlı Devleti’nin bürokrasisini nasıl ele geçirdikleri anlatıyor.

Eser, 1897 yılında İsviçre’de yapılan Dünya I.Siyonist Kongresi’ni seyirlik bir üslupla anlatarak başlamaktadır. Theodor Herzl’in dünyanın dört bir tarafından gelen Siyonistlere yaptığı coşkulu konuşma aynı zamanda Filistin’de başlayıp günümüze kadar devam edecek sorunların fitilini ateşleyecek ve Filistin’i elinde bulunduran Osmanlı Devleti’ne(Türklere) karşı alenen savaş ilanı olacaktır. Bu kongreden sonra defalarca Osmanlı Sultanı ile görüşme talep eden Herzl, Filistin konusunda başından beri keskin politikalar sergileyen Gök Sultan II.Abdülhamid ile 1901 ve 1902 yıllarında iki ayrı görüşme yapacak ve sultanın kararlı tavırları nedeniyle bu tutumundan vazgeçmek zorunda kalacaktır. Bu vakitten itibaren II.Abdülhamid Han’a karşı da savaş açan Herzl, Nil nehrinden Fırat’a kadar kendilerine vaat edilmiş olarak gördükleri toprakları alabilmek için mason locaları yardımıyla Jön Türklerin içine adam yerleştirmeyi dahi planlamıştır. Askeri saldırının ilk adımı ise Çanakkale’de atılacaktır.

1915 yılına gelindiğinde I. Cihan Harbi başlamış ve dünya tarihinin görmüş olduğu en şiddetli çarpışmalar Gelibolu yarımadasında yaşanmaya başlamıştır. İngilizlerin dünya geneline yayılmış istihbarat ağı ve telsiz konuşmalarının kırılması Londra-Çanakkale-Kahire hattının güçlü kalmasını sağlıyordu. Osmanlı Devleti için yapacakları stratejik harekâtları planlamak için MI6 ofisinde 2 ayrı daire kurulmuştu. Böyle bir ortamda siyasi ve taktiksel dehasıyla İngiliz yöneticilerin dikkatini çeken ve Ortadoğu üzerinde planladığı projeyi adım adım işleyen isim ise Vladimir Jabotinsky idi. Kaliteli bir hukuk eğitimi almasının yanında yayımladığı eserlerle de Yahudi toplumunu Siyonlaştırma amacı güden bu kişi, İstanbul’da bulunduğu sırada Jeune Turc(Genç Türkler) adıyla Fransızca dergi bile çıkarmıştır.

Kitabın ilerleyen bölümünde ise Alemdar Gazetesi başyazarı Zeki Bey’in katledilmesi üzerine konuşan iki gazetecinin İttihatçılık, Jön Türklük, Siyonizm ve Sultan II.Abdülhamid hakkındaki görüşleri oldukça şaşırtıcıdır. II.Abdülhamid dönemini baskıyla ananların iktidara geldiklerinde nasıl istibdat dönemi yaşattıkları ve Osmanlı topraklarının güvenliğini sağlamak için uygulanan İslam birliği siyasetinin nasıl çökertildiği açıkça ifade edilmektedir. II.Abdülhamid Han’ın hâlini açıklayan ve bu kararı millet iradesine dayanarak aldıklarını söylemelerine rağmen içlerinde tek bir Türkün bile bulunmadığı heyete başkanlık eden Emanuel Carasso’nun İtalya için çalışan bir ajan olduğu ve Talat Paşa tarafından nasıl korunduğu belgelerle açıklanmaktadır. Osmanlı Devleti’ni ve İslâm dünyasını parçalamaya cehd etmiş İngilizlerin, G.Afrika’dan Endonezya’ya, İrlanda’dan Doğu Türkistan’a kadar- işgale giriştikleri her yerde – II.Abdülhamid ile karşılaşmaları hem kendilerini hem de içimizdeki işbirlikçilerini ziyadesiyle rahatsız ediyordu. Yine o dönemde adını sıklıkla duyduğumuz Abdullah Cevdet, Muhammed Abduh gibi İslâm itikadını bozmaya teşebbüs eden kişilerin Theodor Herzl ile olan bağlantıları gün yüzüne çıkarılmaktadır. Osmanlı’da açılan okulların ve kurulan spor kulüplerinin esasında misyoner yetiştiren birer kurum oldukları dile getirilmektedir. Bu okullarla beraber mülkiye, tıbbiye ve harbiye mekteplerinin kendi kültürlerine, dinlerine, tarihlerine ve Osmanlı Sultanlarına karşı birer kin yuvası haline dönüşmesi gerçekten elem verici bir durumdur. Yine Mehmet Kamil Paşa’nın ve Cavit Bey’in yaptığı ihanetler, Ortadoğu petrollerinin ve Türkmenlerin yoğun olarak yaşadığı stratejik öneme sahip bölgelerin de İngilizlere geçmesine sebep olmuştur.

Çanakkale’yi silahla geçmekte zorlanan İngilizler ve Siyonistler, iktidarda bulunan mevki sahiplerini ele geçirerek savaşı(işgali) sonlandırmanın çalışmalarına başlamıştı. Bu noktada NİLİ teşkilatından da faydalanan İngilizler, ajanlar vasıtasıyla kandırdıkları Türk bürokratlardan birçok stratejik bilgiye sahip olmuşlardı. Fakat bir isim vardı ki yapılan para, mülk ve mevki tekliflerini elinin tersiyle itecek, NİLİ teşkilatıyla yanına sızmaya çalışan Yahudi kadınlara zerre kadar tevessül etmeyecekti. O isim; ahlâkı şahsiyetine ram olmuş, Siyonistlerin planlarını tek tek boşa çıkarmaya çalışan, Harbiye Nazırı Enver Paşa idi. Çanakkale’yi yaptığı tahkimatlarla geçilmez yapan kişi ise, belki de çoğumuzun bilmediği, duyup da inanamadığı, saltanatı boyunca “tacında tevhid parlatan”(s.93), ve son günlerini Beylerbeyi Sarayı’nda geçirmek zorunda bırakılan Gök Sultan II.Abdülhamid Han‘dan başkası değildi. Olası bir İstanbul işgaline karşı kendisine Konya’da mekân tahsis edildiğini bildiren heyete karşı verdiği cevap hafızamıza nakşolunmalıdır: “Dedemiz Fâtih bu beldeyi kâfirlerin elinden aldığı zaman, Konstantin kaçmayıp cenk ederek kalenin altında can vermek azmini göstermişti. Biz Ertuğrul ocağında piştik, Fâtih’in soyundanız ve Konstanstin’den aşağı kalamayız!”

Mart ayına gelindiğinde ise Kahire’de yapılan Siyonist Mafruza Kampı’nda buluşan pek çok Siyonist önder yapacakları planın detaylarını konuşuyordu. Ateşli bir Siyonist olmasının yanında üstün bir hitabet yeteneğini de bünyesinde barındıran Jabotinsky; Trumpeldor, Henry Patterson, Sarah Aaaronson, Haham Pergola gibi kişilere kendilerini Siyon’a götürecek adımın Çanakkale’de atılacağını ve bu yüzden operasyonu 1915 Çanakkale olarak isimlendirdiğini açıklıyordu. Bunun için Siyonist Yahudilerden oluşacak ve İngiliz ordusunda nakliyecilik görevini ifa edecek bir katır birliği kurulması kararlaştırılmıştı. Siyonist birliklerin hırslı çalışmaları İngilizler tarafından kısa sürede Çanakkale’ye doğru yol almalarını sağlayacaktı. NİLİ ise Siyonistleri Kudüs’e taşıyacak yolun Filistin ve Suriye anahtarlarını açmakla görevlendirilmişti. Haim Weizmann ise o sırada İngiliz Kraliyet Laboratuvarı’nda kimyasal silah çalışmalarına ara vermeden devam ediyordu. Tüm bu alçak planların yapıldığı esnada, Çanakkale’de 18 Mart Deniz Zaferi’nin raporunu okuyan Enver Paşa, Teşkilât-ı Mahsusa Başkanı Hüsameddin Bey ile Siyonistlerden elde edilen istihbarat bilgilerini değerlendiriyordu. Siyonistlerin Osmanlı Devleti’ni ele geçirmek için aile hayatının yıkılması, genç neslin ahlâken çökertilmesi, dini imgelere karşı karalama, eğlence kültürünün yaygınlaştırılması gibi Türklerin ruhu olan İslâmiyet’i yıkma gayesi taşıyan faaliyetler, devleti ayakta tutmak için gecesini gündüz eden Enver Paşa’yı kara kara düşünmeye sevk ediyordu. Cephelerdeki hal-i pür melâlimiz böyleydi. Peki ya cephe gerisi…

Nisan ayında Doğu Anadolu bölgesinde üzücü hadiseler yaşanmaya başlanmıştı. Ermeni komitacılar, Ruslardan aldıkları silahlar ve kurdukları çetelerle bölgede terör estiriyordu. Sarıkamış Harekâtı’nda ordumuzu alçakça arkadan vuran Ermenilerin, Türklere yaptığı zulüm ve katliamlar hat safhaya ulaşmıştı. Askeri birliğin cephede olmasından dolayı çoluk-çocuk, yaşlı-kadın ayırmadan sivil halka yaptıkları vahşi cinayetler, Rusların bölgeye yerleşmek için önünü açıyordu. Nihayet 24 Nisan 1915 tarihinde alınan kararla, Ermenileri silahlandırarak katliama ve isyana sevk eden 235 kişi tutuklanmıştı. Daha sonra (27 Mayıs 1915) tarihinde çıkarılacak Tehcir Kanunu ile Ermenilerin güneye, Suriye taraflarına göç ettirilmesi kararlaştırılmıştı. Ayrıca Siyonistlerin kuracağı İsrail Devleti’nin, Kürtlere de verilmesi düşünülen bağımsız bir devlet ile Ermenistan’a kadar bağlantılı olması planlanmıştı. Tüm bunlar yaşandığı esnada, Ortadoğu konusunda yaptığı planları adım adım işleyen ve ileriki zamanlarda tarihe Sykes-Picot Anlaşması olarak geçen belgenin mimarı olan İngiliz diplomat Mark Sykes, savaştan sonra kurmayı planladığı devletlerin isimlerini ve bayraklarını düzenlemekle meşguldü. Savaştan sonra Türklere karşı Arapları ayaklandıracak ve onları da isyana sevk edecek bildirilerin yazılmasını dahi bu İngiliz diplomat sağlayacaktı. Bölgedeki petrolleri kontrol etmek ve aşiretlerin dağılımına isnaden bölgenin refahını engellemek için çizilen Ortadoğu’nun yeni siyasî haritası, John Philby tarafından titizlikle hazırlanmıştı. Hilafet sancağının Türklerden alınarak Araplara verilmesi de bu alçak planın bir maddesiydi. İngilizler, Siyonistlerle beraber yürüttükleri politikanın kazan-kazan anlayışını kusursuz bir şekilde sergiliyordu.

İtilaf Devletleri donanmasının yetersiz kalması ve Çanakkale topoğrafyasının savunma taktikleri için elverişli olması, İtilaf Devletlerini kara çıkarması yapmaya zorlamıştı. Nisan ayından itibaren karaya çok sayıda asker çıkarmayı planlayan İngilizler, Türklerin kuvvetli savunması ve direnişi karşısında ağır zayiatlar veriyordu. Askerimizin maddi imkânsızlıklara rağmen elde ettikleri bu başarılar, İngilizlere ve onlarla beraber savaşan Siyonistlere Türklerin ruhlarındaki vatan mefhumunu öğretiyordu. Temmuz ayına kadar şiddetli çarpışmalarla güç kaybeden İngilizlere sevindirici haber Kraliyet Laboratuvarı’ndan gelecekti. Haim Weizmann ve ekibi, Almanlardan esinlenerek yaptığı kimyasal silahı İngiltere Donanma Bakanı Lloyd George’e tanıtıyordu. Çanakkale’de hâkim bir rüzgâr yönünün olmaması sebebiyle bu silahların Gelibolu yerine Gazze’de kullanılması kararlaştırılmıştı. İngilizler İstanbul’u işgal etmek için güzergâh değiştiriyordu. Planın bir parçası da Türk istihbaratına yanlış bir izlenim vererek Gazze’de alınacak önlemlerin Çanakkale’de alınmasını sağlamaktı. Nitekim Gelibolu’da kimyasal silah kullanılacağını öğrenen Enver Paşa, ABD Büyükelçisini çağırmış ve savaş kurallarını hiçe sayan bu hadisenin yaşanması durumunda gayrimüslimlerin de bölgeye intikal ettirileceğini bildirmiştir. Hâlbuki İngiliz hükümeti, General Hamilton’un yerine bölgeye gönderilen Sir Monro’nun sunduğu raporlara dayanarak Çanakkale’deki durumun kendileri açısından vahim bir vaziyette olduğunu öğrenecek ve Ocak ayına kadar bölgenin boşaltılmasını talep edecekti. İki tarafın da çok fazla asker kaybettiği, iki merminin havada çarpışacak kadar cephane kullanıldığı Çanakkale Cephesi 1916 yılının başlarında kapanacaktı.

1916 yılından itibaren İngilizler Basra ve Gazze’ye yönelmişlerdi. Bağdat’ı ele geçirerek Türk hâkimiyetine son vermek, Arap isyanlarına zemin hazırlamak ve bölgedeki petrolleri kontrol etmek için Basra hayati önem taşıyordu. Kut’ül Amâre Zaferi’ne rağmen modern silahlarla teçhiz edilmiş ve kalabalık ordusu ve Hicaz yöresindeki ayrılıkçı Arapların ihaneti, İngilizlere 1917 yılının başlarında Bağdat’ın kapısını açacaktı. Türklerin işgalci olduğu fikrini yayarak Arap milliyetçiliğini kışkırtan İngilizler aynı yöntemi yarımadanın geri kalanın da uygulayarak Türklere düşman bir nüfus oluşturmuştu. Aynı tarihlerde ise Mısır üzerinden iki defa Gazze’ye saldıran İngiliz ordusu ağır yenilgi alacak ve bölgeye General Allenby’ı atayacaktı. İngilizlerin ve Siyonistlerin hedefi ortaktı: Noel’de Kudüs’te olmak! General Allenby’ın stratejik hamleleri, ikmal yollarının kuvvetlendirilmesi, asker sayısının ve teçhizatının artırılması ve NİLİ teşkilâtından elde edilen istihbaratlar savaşın seyrini değiştirecekti. Çekildikleri bölgedeki suları zehirlemek gibi ahlâksızca bir davranıştan imtina eden ve zararlı sulara uyarı levhası asan Türklere karşı savaş gemileri ve uçaklarla yapılan saldırılarla birlikte İngiltere’den getirilen kimyasal silahların kullanılması, batının medeni(!) yüzünü bir kez daha gösteriyordu. Gazze’nin düşmesiyle hem İngilizlere hem de Siyonistlere Kudüs yolu açılmıştı. Çok sayıda Türk askeri de bu vahşi saldırılar sonrasında esir alınmıştı. Aralık ayında Kudüs’e giren işgalcilerin komutanı General Allenby, Kudüs Fatihi Selahattin Eyyubi’nin kabrine yaptığı saygısızlıkla hafızalara kazınacaktı. Gazze ve Kudüs’ten sonra isyancı Arapların desteğiyle kısa sürede Halep, Şam, Bağdat, Mekke gibi stratejik mevkilerde de işgalci güçlerin postal sesleri duyuluyordu. Şamlı dedenin, “Bizi kimlere bırakıp gidiyorsunuz” sualinin muhatabı olan Türk, sadece Şam’dan değil, dört asırlık mazisinden, kültüründen, özünden, Yavuz’un emanetinden de ayrılmak zorunda kalıyordu. Türk askeri Kilis’e kadar çekilmişti ve Mondros Ateşkes Anlaşması imzalanmıştı. İngilizler, Armageddon(Kıyamet) Savaşları diye isimlendirdikleri savaştan galip ayrılmış, Ortadoğu planlarını gerçekleştirmiş ve 1915’te geçemedikleri Çanakkale’yi 1918 yılında geçmeyi başarmıştı. Yalnız bir şehir kalmıştı ki; onca umutsuzluğu, imkânsızlığa, alçaklığa ve ihanete rağmen imanını muhafaza etmeyi başaran Fahrettin Paşa komutasındaki askerlerin çekirge yiyerek hayatta kaldığı yerde direnişini sürdürüyordu. Savaş bitmiş, ateşkes imzalanmış, geçilemeyen Çanakkale dahi İngilizlerin işgaline uğramıştı ama Medine hâlâ direniyordu. Çünkü Ravza-i Mutahhara Medine’de bulunuyordu. Medine’ye giden tüm yolların kesilmesi ve şehri savunma imkânı kalmaması sebebiyle ateşkesten iki ay sonra Ertuğrul evlâdı Medine’yi teslim etmek zorunda kalmıştı. Sultan Selim’in tabiriyle “Hâdimü’l Harameyn” olduğumuz yerlerden ayrılmak zorunda kalmıştık. Siyonistlerin tek bir hedefi kalmıştı: Türklerin ruhunu almak!

Kıymetli Tarihçi Ozan Bodur’un oldukça başarılı kurgu ve şümullü kaynak taraması neticesinde kaleme aldığı bu eser, şimdiye kadarki alışılagelmiş roman yazımının dışında ve farklı bir bakış açısıyla özelde Çanakkale Cephesini genelde ise Devlet-i Âliye’nin son dönemini ele almıştır. Kitap aralarındaki dipnotlar okuyucuya geniş bilgi sunmakla beraber meseleye olan ilgiyi de artırmaktadır. Oldukça anlaşılır bir dilin kullanıldığı eserde kültürel, tarihi, milli ve manevi değerlerimize de değinilmesi eserin değerini yükseltmektedir. Tarihi roman olmasının yanında belgesellik özelliği de taşıması, eseri bir kaynak kitap konumuna yükseltmektedir. Son olarak; I.Dünya Savaşı’nda savaşan askerlerimizi rahmetle ve hürmetle yâd ediyor, bu kıymetli eseri kaleme alan Ozan Bodur’a teşekkür ediyor ve sizlerin de kitabı okumasını temenni ediyorum.


Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.
BU SİTE İLE KURULMUŞTUR